İngilizler, bir tiyatro oyunundan çıktıktan sonra, izledikleri oyun hakkında yorumunu soranlara, “tuhaf” olarak yanıt verirler. Özünde bir belirsizlik maksadı taşıyan bu niteleme, öznenin kişiliğine ve tavrına göre biçim alır. Öyle ya, tuhaf sözcüğü iyi anlamına da gelebilir, kötü anlamına da… Ayrıca muhatabına iyi ve kötü arasında bir değerlendirme yapması için zaman kazandırır. Bu belirsizlik, hayra alamet de olabilir, şerre işaret de…
Cemil Kavukçu’nun son kitabı ‘Gölgeli Muhabbetler’de yer alan öyküleri de “tuhaf”… Ama iyi anlamında… Bu bahiste belirsizliğe, niteleme için zaman kazanmaya gerek yok. Kavukçu, geçmiş yıllarda yayımladığı öykülerinde yaptığı gibi, yine günlük yaşamdaki detaylardan, çoğu insanın görmezden geldiği, uzun uzadıya bakmaktan kaçındığı, görünce de kafasını öte yana çevirdiği ufak ayrıntılardan hareketle hikayelerini kuruyor. Günümüz öykücülerinin, bir öykü olmaktan uzak olduğunu düşündüğü fikirlerden/anlardan/olaylardan yola çıkarak dünyasını kuruyor. Biraz da bu sebepten ötürü, öykü yazmakta güçlük çekmiyor. Birkaç yıl önce kendisiyle yaptığımız bir söyleşide Kavukçu “Ben hep heybesi boş dolaşanlardanım” diyordu. Bu varoluş ve koşullanış tevekkeli değil yani…
Olayların, kişilerin ya da parlak olduğu düşünülen fikirlerin kendisinden ziyade yazarın yaklaşımı önemli, Kavukçu’nun özelinde… Ona göre bir çocukluk anısı da öykü ruhu taşır, iki tarafın uydurma bir hikayeden konuştuğu “uyduruk bir sohbet” de… Belki de bu sebeple özü belirleyen, ele alınan konudan öte, anlatıcının bizzat kendisi. Öykülerin hemen hepsinde, merkezde yer alan anlatıcı, kendisinin ziyadesiyle farkında bir bilinç taşıyor. Öyle ki kimi zaman karşısındakiyle dalgasını geçiyor, kimi zaman bizzat kendisiyle… Onun bu özgüvenli hali, bir süre sonra okuru sıkıca yakalıyor ve bırakmıyor. Anlatıcı öyküyü nereye sürüklerse, okur da onu peşi sıra izliyor. Özdeşlik kurmaya müsaade etmiyor Kavukçu. Hem okurla hem de anlatıcının karşısındakilerle sürekli bir mesafe söz konusu. Anlatılan, gerçeküstüne süzülen dehlizlerde dolaşırken mizahi olana ket vurulmuyor. Yer yer sahici olan, absürde varıyor. Bir ninenin anlattığı masal sonrası yaptığı dervişane söz çınlıyor kulaklarda… “Sen ne kadarına inanıyorsan, o kadarı gerçek.”
YALAN DA BİR GERÇEK DE
Kavukçu’nun öykü özelinde yaptığı bu sihir, birkaç nedenle açıklanabilir. İlki, hayatla kurduğu ilişkide yatıyor. Kavukçu’nun yaklaşımı ziyadesiyle farklı. Hayatla büyük sonuçlar çıkarmak için bağlantı kurmuyor. Yahut kitlelere kendince yaptığı birtakım teşhislerin ne denli zekice olduğunu sunmak gibi çabalara girişmiyor. Kurulan bütün ilişkiler yatay. Ne anlatıcı kral, ne dinleyen soytarı… Anlatıcı, hakimiyeti altına aldığı okura bile büyüklük taslamıyor. Her şey ve herkes birbiriyle denk. Bu sonuç, bir yaklaşımın, doğru kurulan bağıntının eseri.
İkincisi, üslubun kendisinde yatıyor elbette. Kavukçu, “yalan da olsa” hikayesini öyle bir anlatıyor ki, ilk andan itibaren sıkı bir sohbetin içinde hissediyor kendisini okur. Anlatılan kimi zaman sahi olmasa da anlatıcı sahiden anlatıyor. Gerçeklik bu bahiste başka bir kimliğe kavuşuyor. Anlatıcı monologlarıyla, diyaloglarıyla öyle inandırıcı konuşuyor ki, karakterler arası ilişki, başka bir dengeye yerleşiyor. Yalan da bir artık, gerçek de…
Üçüncüsü, bir çatışmayı meydana getiren nesnel iyi ya da nesnel kötü gibi ayrımlar yok Kavukçu’nun metinlerinde… Yine zıtlıklar var elbette. Yolculuğa çıkan karakterler, türlü engellerle karşılaşıyor, başlarına çeşitli hadiseler geliyor vs. Ama bu sınırlar çerçeveli değil. Karşıtlık olsun, diye sunulan düşmanlık yok. Her şey hayatta ne kadar varsa, o kadar var. Bu husus da Kavukçu’nun öykülerini daha inandırıcı hale getiriyor. Altı çizili olmayan zıtlık, öne çıkarılmaya çalışılan zıtlıktan daha görünürdür.
Kavukçu’nun öyküleri, hayatla doğru ilişki kuran, verili bilgiyi süzgecinden geçirip doğduğu andan itibaren yolunu çizen tüm insanlar için anlaşılır bir mahiyette… Okuma yazma bilmeyen bir insan bile Kavukçu’nun öykülerini okuyabilir.